28 Kasım 2011 Pazartesi

ZİHİNSEL YETİŞKİNLİK (Genç Gelişim Dergisi-Ocak 2012)

Çocukken, böcek koleksiyonlarına iğne ile yapıştırılan ölü böceklere o kadar acırdım ki, bu tür koleksiyon yapanların “toplama” hevesinin başka ne ile giderilebileceği üzerine kılı kırk yarardım. Sanırım bu çaba, bir gün insanoğlunun bu zalim ve duyarsız davranışının karıncalar üzerinde de uygulanabilmesine ilişkin duyduğum korkunun bir yansımasıydı. Henüz sevgiyi bile tanımlayamadığım o yaşta, karıncalara olan sevgim, onların kendi ağırlıklarının on katı kadar ağırlığı taşıyabilmeleri gibi popüler bilgilerin sonucu değildi. Aralarındaki işbölümü, disiplin ve çalışkanlığı yaşama biçimi edinmeleri, kısacası, insanoğlunun temelinde var olan iyi hallerine paralel davranışları, beni onlara hayran bırakıyordu. Tâ ki o filmi izleyene kadar…

Şimdi adını hatırlayamadığım ancak 1998’de “Katil Karıncalar” adıyla bir benzeri çekilen film, 1980’lerde izleyiciyle ilk buluştuğunda o kadar etkileyiciydi ki, karıncalara ilişkin her tür sevimli izlenim ve hatıram, filmi izledikten sonra zihnimden silinmişti. Sanki her kapının arkasından dev cüsseli bir karınca çıkıp ortalığı kaosa çevirecek ve yanımdaki insanlarla birlikte beni de okyanusa savuracaktı. Bu korku bende o kadar yer etmişti ki, bir süre, insanların normal yaşamlarına nasıl devam ettiğine şaşırdığımı hatırlıyorum. O filmden korkan tek kişi ben miydim ? Çevremde benim kadar o filmden etkilenmiş birileri en azından birkaç dakikalığına olmalıydı. Bu yüzden ben de o sıralar, evimizde karanlık bir odaya girecek herhangi bir kişiyi – bu kişi aileden olabileceği gibi, misafir bile olabilirdi- korkutmak amacıyla elimi elektrik düğmesinin üstüne koyarak bekler, o karanlıkta eli elimin üstüne gelip de çığlıklar atarak, kendine ancak dakikalar sonra gelen büyüklerimin hâlinden zevk alırdım.

Biz yetişkinler, bir filmden bu kadar etkilenmenin çocuklara mahsus olduğunu düşünürüz. Çünkü çocuk zihni; okuduğu ya da gördüğünü anlayabilen, muhakeme becerisi olan, abartılı ve gerçeğe uygun olmayan görüntüleri olduğu gibi tanımlayabilen bir zihinden, bir başka deyişle, yetişkin zihinden çok farklıdır. Gördüklerini, seyrettiklerini, duyduklarını bir değerlendirme süzgecinden geçirme yetisinden yoksun olduğundan kolay aldanır. Oysa yetişkin zihin bu yetilerin hepsine sahiptir. Bu yüzden, çocukluk dönemini atlatan bizler, belli bir yaşa ulaşmanın verdiği özgüvenle, olaylar karşısında kolay aldanmadığımıza, rüzgarın bizi estiği yöne savuramayacağına, fiziksel yetişkinliğimizin zihinsel yetişkinlikle tamamlandığına inanırız.

Ancak geçen gün bir banka şubesinde şahit olduğum olay, beni “zihinsel yetişkinlik” kavramı üzerinde düşünmeye sevk etti. Adamın biri, -görünüşte oldukça yetişkindi- sadece kendi imzası bulunan boş bir kağıdı, ismini bile bilmediği banka görevlisine uzatarak, “siz istediğinizi yazın, size güveniyorum, ne de olsa burası X bankası” deyip yüzünde geniş bir gülümsemeyle hızlıca uzaklaştı. Üstelik, yanındaki arkadaşını da aynı davranış için ikna ederek…Keşke, acelesi olduğuna şüphe duymadığım bu adamcağız, mahkemelerde her gün görülen uyuşmazlıkların çoğunun, bu tür zihinsel yetişkinlikten uzak davranışlar olduğunu o an hatırlayabilseydi.

Hayatın hızına yetişebilmek için çabalarken, zihnimizde ancak, reklamlarda gördüğümüz güler yüzlü dost insanlar, bizi tehlikelerden kurtaran billboard kahramanları yer bulabiliyor. Bu yüzden, sosyal hayatta, yaşımıza ve tecrübelerimize uygun olmayan naif davranışlar sergiliyoruz. Üstelik bu yoğun reklam etkisinin altında o kadar eziliyoruz ki, tıpkı korku filminin etkisinden kurtulamamış çocuk gibi, başka insanların da bize benzemesini istiyor, bu yüzden naif davranışlarımızı destekleyen kişiler üretmeye çabalıyoruz.

Platon, Kanunlar adlı eserinde, bir toplum için en tehlikeli şeyin; insanların kıyafetlerini, hareketlerini, danslarını ve şarkılarını modaya göre değiştirmeleri olduğunu söylerken biraz bunu kasteder. Başkaları tarafından oluşturulan bir görüntüye kanarak, kendini değiştirdikten sonra, kendine benzeyenleri arttırma çabası…

Albert Pauchard’ın bilgelerden naklettiği bir söz, tedaviye muhtaç bu naif davranışlarımızdan kurtulmak için en güzel tavsiye niteliğinde; “Bakın, görün ama gözünüz yaşarmasın; seyredin, kaydedin, bilgiyi alarak tasnif edin, fakat hiçbir zaman olayla olay olmayın”.

Her gün seyrettiklerinizi, gördüklerinizi, okuduklarınızı, yaşadıklarınızı hiçbir imaj ve etki altında kalmadan anlamlandırabilmeniz dileğiyle…



Av. Ebru EKŞİOĞLU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder